• teset

osman

İlim, hayrın en önemli ve en faziletlisidir.
Yönetici
Katılım
24 Mayıs 2020
Mesajlar
8
Tepkime puanı
4
Puanları
4
Tercüme, yani çeviri, bir sözün anlamını diğer bir dilde, dengi bir lafızla ifade etmektir. Tercümenin, asıl metnin anlamına tamamen uygun ve denk olması için, sarahatte ve delalette; icmalde ve tafsilde; umumda ve hususta; ıtlakta ve takyidde; kuvvette ve isabette, yani sırasıyla, açık ve net olma bakımından; detaylı ve detaysız olma bakımından; engel olma yahut özel olma bakımından; kayıtsız şartız olma yahut kayıtlı-şartlı olma bakımından; ifadenin gücü ve demek istediğini tam anlatabilmesi bakımından; anlatım güzelliği, açıklama üslubu ve şekli bakımından, kısaca ilim ve sanat açısından asıl metinde bulunan ifade gücüne eşit olması gerekir. Halbuki, çeşitli diller arasında ortak olan noktalar her ne kadar çok olursa olsun, yine de bunlardan her birini diğerinden ayıran pek çok özellikler bulunur.

Onun için, edebi özelliği olmayıp, sırf akıl ve mantığa hitap eden kuru ve bilimsel eserlerin, bilimsel ifade güçleri gelişmiş olan başka dillere hakkıyla tercüme edilmesinin mümkün olduğu konusunda bir şey denilmezse de, hem akla hem kalbe yahut yalnız ruhi, kalbi zevk ve duyarlılığa hitap eden ve dil bakımından edebi kıymeti ve sanat zevkini bulunduran canlı ve yaratıcılık dolu eserlerin çevirilerinde başarılı olduğu çok az görülür. Bunların benzerlerini yazmak, tercüme etmekten daha kolaydır.

Çok basit bir örnek olmak üzere, Türkçemizin şu beytini alalım:

‘’Geh gözde geh gönülde hadengin mekan tutar
Her kanda olsa kanlıyı elbet kan tutar

‘’Bazen gözde, bazen gönülde okun yer tutar,
Her nerde olsa, kanlıyı elbet kan tutar’’

Şüphe yok ki, bu anlamda, buna benzer hatta daha güzel ‘’nazire’’ler söylenmiştir. Fakat bu şiir, aynı güzellikle başka bir dile çevrilebilir mi? Hatta şimdiki söyleniş tarzıyla, ‘’her nerde olursa olsun, o kanlı katili mutlaka kan tutar, bayılır’’ denilse, mısradaki ses benzerliği (cinas) ile imalı ve üstü kapalı söyleme (telmih) acaba kaybolmaz mı? Bunun gibi, her nerede olursa olsun, katili iki ‘’kan’’ arasında yakalayıp tutturmak hissini verecek cinaslı üç kelimeyi ( kanda, kanlıyı, kan tutar) bir araya getirip bir mısraya yerleştirmek, acaba kaç dilde mümkün olabilir? Bu farkları açıklayıp yorumlamadan, olduğu gibi her dilde göstermek mümkün olmaz. Asıl olay ifade edilirse de, sözün en azından inceliği kaybolur ve bundan da birtakım ters sonuçlar ortaya çıkabilir. Örneğin, çeviriyi okuyan bir kişi, beğeneceği bir yerde, tam tersine ürker; ürkeceği yerden de, akine hoşlanır. Barışın olacağı yerde savaş ilanına, savaş edeceği yerde de barış yapmaya kalkışır. Çünkü, hükümle ilgili belge özelliğindeki sözlerin, kanunların, sözleşmelerin, anlaşmaların, görevleri belirleyen emirlerin ve yasakların çerçeveleri, onların metinleridir. Onun için, hukuki bir sözleşme veya anlaşmanın hükmü hususunda ancak, onun resmi metni geçerli olur. Çevirisiyse, onu daha iyi anlamak için araç olabilir, hukuki bir belge oluşturmaz.

Halbuki Kur’an’ın pek çok ilim, bilgi hüküm ve hikmetle ilgili asıl maksadı olan anlamlarından başka bir de, ayet ve sure sıralanışının edebi, estetik özelliği de vardır.
Hem Kur’an’a ‘’Kur’an isminin verilmesi, özellikle bu sıralanışı bakımındandır. Çünkü okunan, öncelikle anlamın kendisi değil, anlamını en etkili bir biçimde ifade eden lafızlar/kelimelerdir. Ve bu kelimelerinden dolayıdır ki Kur’an, Arapçadır. Nitekim ‘’Biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik’’ (Yusuf, 2) buyrulmuştur. ‘’Şu Arapçadır.’’, Bu Türkçedir.’’ denilirse, kastedilen lafızlardır. Çünkü a nlam bir dile has kılınmaz. Anlamı bakımından Kur’an daha çok ‘’Furkan, Hüda, Nur, Ruh’’ gibi diğer isimlerle adlandırılmıştır. Ve bu isimler, Arapça olmakla nitelenmiştir. El Kitap ve Kitabı- Mübin isimleri de, hem lafız hem anlam bakımından verilen isimlerdir. Nitekim, ‘’O öz Arapça bir Kur’an olmak üzere, ayetleri ayırt edilmiş bir kitaptır.’’(Fussilet, 3) buyurulmuştur.

Bu ayette fazla olarak Kur’an’ın yazısında da kendine has özellik gözetile gelmiştir. Sonra Kur’an’ın bir ismi de, ‘’Hüküm’’ dür; bu da hem lafız, hem de anlam bakımından verilen bir isimdir; onun için de Rad Süresi’nde ‘’ O, Arapça bir hüküm olmak üzere indirildi..’’ (Ra’d, 37) buyurulmuştur. Çünkü Kur’an’dan hükümlerin çıkarılmasında, lafzının da, anlamı gibi özel bir anlamı bulunmaktadır. Özellikle ‘’Kur’an’’, ‘’Hüküm’’ ve ‘’Kitap’’ isimlerinde ‘’Arapça’’ sıfatının açık olarak anılması, bu üç isimde lafzın önemini gösterir. Kur’an’ın Arapça olarak indirildiği ayette açık şekilde bildirildiği için, onun ‘’Tenzil’’ isminin de hem anlam, hem lafız bakımından verilmiş bir isim olduğuna şüphe kalmaz. Kur’an’ın ‘’ez-Zikr’’ ismi de böyledir.

Bütün bu isimler içinde ise en seçkin özel ismi, Kur’an ismidir ki, ‘’kıraat’’ ve ‘’tilavet’’, yani okuma bu imin özel bir anlamıdır. ‘’Kur’an metluvv’ dür.’’, Yani ‘’okunandır’’ denilmesi de bundan dolayıdır ve burada okunan da lafızlar/kelimelerdir. İşte Kur’an’ın bu Arapça, lafzının (nazmının) diğer bir dilde tam dengini yapmak mümkün olsaydı, o zaman Kur’an tercüme dilmiş olurdu. Ne var ki o çeviri ile elde edilen şey, ‘’Arapça’’ olmayacağı için Kur’an olmaz, ama Kur’an’ın tercümesi/çevirisi olurdu.

Fakat Kur’an’ın nazmı/Arapça söz dizisi, nasıl bir nazımdır? Herkesin bildiği harflerin, seslerin en güzellerinden, yerine göre güzel nağmelerinden, bütün Arapların bildiği ve dolayısıyla bütün insanların anlayabileceği kelimelerin en güzellerinden seçilerek, Allah C.C den başka kimsenin yapamayacağı canlı bir örgü ile dizilip dokunmuş; lafzın aynası halinde sonsuz anlam ışımaları ve yankılarıyla parlatılmış; ‘Haydi, bunun Allah’tan indirildiğinden şüpheniz varsa, Allah’tan başka bütün güvendiklerinizi çağırarak ve hatta tüm insanlar, cinler bir araya gelerek, bu Kur’an’ın tek bir Suresi’nin benzerini yapın! Fakat imkânı yok yapamazsınız!’’(Bakara, 23-24) diye bütün dünyaya meydan okuyan gayet açık bir teklif ve gaybden kesin bir haber verişle varlık alanına çıkmış; her ayeti bir ‘’sehl-i mümteni’’, yani kolay gibi görünen, fakat imkânsız olan öyle aciz bırakıcı bir söz dizisi ki, hiç Arapça bilmeyen bir kimseye bile okunduğu zaman, tatlı ve güzel bir söz olduğunu hissettirir. Biraz Arapça bilen bir kimse de bir ayeti işittiği zaman hemen bir mana anlar ve gerçekten anladım sanır, ‘’Bunu ben de söyleyiveririm!’’ gibi bir kuruntuya kapılır, ama bir de bakar ki, anlayamamıştır. Çünkü Kur’an’ın söz dizisinin ve lafızlarının her noktasından birçok anlamlar fışkırmaya başlar. Onu taklide özendikçe, Kur’an yükselir, derinleşir, ölçüsü ve derecesi bulunamaz. Ayetten ayete cümle yapısına ve içeriğine geçildikçe zevki fazlalaşır, artar. Eğer öyle olmasaydı, bu basit öneriye karşı paralar harcayarak, silahlar çekerek ve ordular toplayarak, çağlardan beri Kur’an’ı kaldırmak için savaşıp duran inkarcı insanlık, bu zahmetleri çekecek yerde onun bir benzerini yapmaz mıydı? Fakat yapamamıştır ve yapamaz. Kur’an’ın verdiği haberleri kimse yalancı çıkaramaz.

Ne kadar yüksek olursa olsun, edebi bir değer kazanmış herhangi bir kişinin anlatım üslubu, üzerine çalışıla çalışıla az çok taklit edilmiş ve kendisine ‘’nazire’’ yazılmış iken’ Kur’an’ın inmeye başladığı andan beri Arapların bütün edebiyatçıları ve etkili söz ustaları, Kur’an’ın ifade gücünü kendi dilleri için örnek edinmiş ve bu sayede Araplar dil ve edebiyat bakımından yükselmişlerken, Kur’an ifadesini taklit edip ona benzer şeyler yazmaya yaklaşabilmiş herhangi bir kimse ortaya çıkmamıştır. O halde kendi dilinde bile taklit edilip benzerinin getirilmesi mümkün olmamış olan Kur’an’ın söz dizisini ve üslubunu diğer bir dilde taklit etmek veya onun benzerini getirmek elbette mümkün olmaz! Mümkün olamayınca da anlaşılır ki, Kur’an aynen çevrilemeyeceği gibi, kendisine ‘’nazire’’ getirmek suretiyle de hiç çevrilemez. Çünkü böyle bir teşebbüste, benzerinin getirilememesi bir tarafta, bir de ilmi değerinde birtakım değiştirmeler ve saptırma yapılmış ve Kur’an’da olmayan şeyler Kur’an’a katılmış olur.

Kur’an’da anlamı bulunmayacak hiçbir kelime yok ise de, ne var ki, anlamı çok derin olan kelimeler bulunduğu gibi , bir kelime etrafında bir çok anlamın bir araya geldiği ve bazı ifadelerin, hepsi de doğru olmak üzere, pek çok yönlerin ve olası anlamların bir araya yayıldığı yerler de çoktur.

Bunların anlaşılması ‘’tefsir’’ ve ‘’tevil’’ edilmelerine, yani açıklanıp yorumlamalarına bağlıdır. Ve bazılarını doğrudan doğruya tercüme etmek mümkün olsa bile, hepsini bütün anlayış yönleriyle çeviriye sığdırmak mümkün olmaz. Bunları, ya aynen almak veya edebi anlamı gözden çıkarılarak, tevil ve tefsir tarzında anlatmak gerekir. Ve bu bakımdan Kur’an’ı anlama konusunda sadece dili çok bilmek yeterli değildir. Bu, ya Kur’an’ın yetkilisi olan Hz. Peygamberden gelen açıklamalara veya olayların gelişmesine bağlı olur. Onun için, bazen bir olay karşısında, Kur’an ayetlerinden o zamana kadar hissetmediğiniz bir anlam çıkarırsınız. Ve anda, o ayetin o olay için inmiş olduğunu sanırsınız ki, bu da, Kur’an’ın hayret içinde bırakan özelliklerinden biridir. Çeviride bunları bütünüyle ifade etmek mümkün olamayacağından, kaybolup gider. Yine anlamda olmak üzere, Ali İmran Suresi’nin baş tarafında da bulunan ayetlerin bir kısmı ‘’muhkem’’, bir kısmı da ‘’müteşabih’’tir. Bir ayette, hem muhkem’’ hem de ‘’müteşabih’’ yön bir arada bulunabilir. Müteşabih ayetlerin ise, ‘’te’vilini ancak Allah C.C bilir’’ (Al-i İmran, 7) olduğundan, bunda tam çeviri yapılamayacağı gibi, tam bir tefsir ve tevil de yapılamaz. Ve buna dayanarak, bur türden ayetler için kusursuz bir meal, yani ‘’ifade edilmek istenen anlam’’ da gösterilemez. Olsa olsa bu tür lafızların aynen korunabilmesi oranında algılanabilecek olan biraz kapalı bir alama işaret edilebilir ki, bu nokta çok tehlikelidir. Onun için ‘’meal’’ sözümüzün sakıncalı olduğunu söylebiliriz.

Şimdi insaf ederek düşünelim: Bu şartlar altında ‘’Kur’an’ı tercüme ettim veya ederim’’ diyenler yalan söylemiş olmaz da ne olurlar? Doğrusu şudur ki, Kur’an’ı gerçekten anlamak ve incelemek isteyenlerin onu, usulüne uygun olarak Arapça aslından ve rivayet edilmiş tefsirlerinden anlamaya çalışmaları zorunludur. Kur’an’ın falan tercümesinde/çevirisinde şöyle demiş’’ diyerek, kişi, hükümler çıkarmaya ve konuların tartışmasına kalkışmamalıdır.

Kısaca, tercüme Kur’an’dan mütercimin anlayabildiği kadar bazı şeyleri anlatabilirse de her şeyi hakkıyla anlatamaz. Anlattığı şeyler de Kur’an hükmünü ve değerini taşımaz.


Bütün bunlarla birlikte şu da unutulmamalıdır ki, Kur’an anlaşılmaz bir kitap değildir. ’’Şanım hakkı için, Kur’an’ı kolaylaştırdık, düşünmek için, fakat düşünen mi var?’’ (Kamer, 17) buyurulduğu üzere Kur’an’ı Kerim, en kolay ve açık bir şekilde anlatan, zorlamasız ve yapmacıksız, su gibi akan, nur gibi parlayan apaçık bir kitaptır. O kendisini bütün insanlığa duyurmak ve anlatmak için inmiş ve de duyurmuştur. Ancak, onun anlamlarının hepsi kuşatılıp tüketilemez. Bir anlam ortaya çıkarken, arkasından bir anlam daha, arkasından bir anlam daha, bir anlam daha ortaya çıkar, Nurunun parlayan açıklığı içinde, bir gizlilik meydana gelir. Mümine seslenirken inançsıza bir uyarı fırlatır, inançsızı uyarır ve korkuturken mümine gizli bir müjde sunar, halka seslenirken seçkinleri düşündürür, âlime söylerken cahili dinletir, cahile söylerken âlime dokundur; geçmişten söz ederken geleceği gösterir, bugünü betimlerken yarını anlatır. En sade gözlemlerden en yüksek gerçeklere ulaştırır. Müminlere gaybı anlatırken, inançsızları hallerinden bıktırır. Ve bütün bunları da, duruma, makam ve mekâna, zamana ve konuya en uygun ve en parlak kelimelerle ifade eder. Mesela ‘’taşın çatlayıp su çıkardını’’anlatırken ‘’yenşakku’’ veyahut ‘’yeteşakkaku’’ demekle yetinmez, daha vurgulu şekilde ‘’lemâ yeşşakkaku’’ (Bakara, 74) diyerek, çatlayışın, suyun akışının bütün fışkırtısını, şakırtısını, hatta taşların takırtısını duyurur. Böyle doğanın seslerinden alınmış kelimelerin yanı sıra, dar anlamlı, geniş anlamlı, eşanlamlı kelimeleri, hakikati, mecazı, açık yahut üstü kapalı anlatımı; zahiri, nassı, müfesseri, muhkemi, hafisi, müşkili, mücmeli, müteşabihi, ibaresi, işareti, delâleti, iktizası, mutabakatı, tazammunu, iltizamı, (yani açık anlamlısı, net ifadesi, bir diğerini açıklayan kelimeleri, anlamı hemen anlaşılanı, yahut anlamı gizli olanı, anlamı çok belirgin olmayanı, direkt anlaşılanı, işaret yoluyla yahut dolaylı olarak anlaşılanı, bir başka ifadeden gerektirme yoluyla anlaşılanı, birbirini tamamlayan zıt anlamlı ifadeleri, birbirini içeren ifadeleri) gibi, bir çok açıdan ayrı ayrı anlamları bir yere toplayıp anlatıverir. Sonra bunları anlayanların anlamayanlara açıklamasını da bir görev kılmıştır.
 
Son düzenleme:
Üst